25 Ekim 2024 Cuma

ETKİ TEPKİ YASASI

     



        Herkesin bildiği o meşhur yasa ; Newton'un 3. yasası. Etki-Tepki yasası, Her kuvvete karşılık, her zaman eşit ve ters bir tepki kuvveti vardır diyor. Bir çok araştırma konusuna konu olmuş bu yasa günümüzde hala geçerliliğini koruyor. Peki bu kuvvet her zaman miktar olarak bilinen bir kuvvet olmak zorunda mı? Ve bilinen bu kuvvete karşılık gelecek tepki elbette yasa gereği aynı şiddette geri geleceği söyleniyor. Ama ...

         Bahse konu kuvvet manevi bir kuvvetse ne olacak peki ? Bunun acısının karşılığı kendisine sevgi olarak mı dönecek yoksa başkasına aynı kuvvette acı olarak mı dönecek. Elbet yapmış olduğu olay ve duruma göre çektiğin acıların karşılığında bir ışık görünecektir ya da en azından kişi bu yolda o acılardan bir çok şey öğrenecektir. Bunun yanında başkalarına verdiğin acının da bir karşılığı sana gelecektir. Tabi bir yasa olmasa da bununla ilgili de bir çok söz vardır. Bir Hadis-i Şerif , Peygamberimizin sözü ya da bir Karma felsefesine de benzer bu sözler genelde.

    Yaşattığını yaşamadan ölmezmiş insan. Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.

                                                                                                                                     ( Hadis-İ Şerif ) 

    Canı yanan sabretsin. Canı yakan, canının yanacağı günü beklesin. 

                                                                                                                               ( Hz.Muhammed s.a.v. ) 

    Haketmediğin bir muamele gördüğünde unutma, o kişi senin değerini bilmeden ölmez.       

                                                                                                                              ( Hz.Muhammed s.a.v. )



    Aynı sözler karma felsefesinde de benzer sözlerle söylenir.  Peki bunların doğruluğu nasıl olacak. Kişi bunlarla ilgili etki-tepki yasasını bekleyecek mi ? Kendisinin yapmış olduğu kötülük konusunda, acaba bir gün bende bu şekilde bir acı ile karşılacakmıyım diye bekleyecek mi dersiniz ? Ya da başkasının kendisine yapmış olduğu kötülük için karşı tarafı sürekli takibe mi alacak? Tüm bu manevi olayla tam bir muamma aslında. İnsan kendisine yapılan kötülüğün karşı tarafta karşılık bulmasını çok iştahlı ve kinli bir şekilde bekliyor, eğer beklemiyorsa zaten yaşamış olduğu bir kötülük yoktur demektir. Aynı şekilde yapmış olduğu bir kötü davranışın acaba bir gün " ben ne zaman yaşarım bunun karşılığını" şeklinde düşüncesi de olmuyor değildir. Hani çok güldüğümüz zaman bir ara iyi ağlarız düşüncesi veya çok ağladığımız zaman bizler de bir gün iyi güleriz düşüncesi vardır ya toplumda aynı o şekilde enteresan düşünceler var kafamızda. 

    Ama sanıyorum ki dünyada bin bir olayla karşılacağız ve olayların her zaman bizim lehimizde yaşanacağını garanti edemeyiz. Bu nedenle kızacağımız, öfkeleneceğimiz ve bazen de bunu eyleme geçirip geri döndüremeyeceğimiz olaylar da yaşarız. Bence lehimizce ve alehimizce yaşayacağımız olaylarda sakinliğimizi sukunetimizi koruyup akışa bırakmalıyız kendimizi. 

18 Ekim 2024 Cuma

ERTELE-ME

        


Bazıları hastalık olarak tanımlıyor, bununla ilgili bir sürü olay anlatıyor sonra başlıyor yapılacaklar listesi açıklamaya. Yahu anlamıyorum zaten kişi yapmaya kalksa yapılacak bir sürü işine başlar en azından birisini yapar. Üzerine bu ödev tarzı öneriler nedir ki ? Şaka bir yana gerçekten birçokları değil ama bazıları iyi tavsiye ve yöntemlerde bulunuyor. Tabi bu çok az sayıda tavsiyenin hangisini bulup uygulayacağız diye de baya zaman harcanmıyor değil! Bununla ilgili internet ortamında kayda değer yazı ve video anlatımlar mevcut ama dediğim gibi hangisi bana göre hangisi değil diyene kadar bir çok videoda vakit kaybediliyor. 

        Erteleme ile ilgili Amerikan Psikoloji Derneğinin yapmış olduğu araştırmaya göre İnsanların %20si kronik erteleyici olarak tanımlanıyormuş. Yani bu şu demek ; Sürekli olarak bu davranışı sergileyip kendisinde kalıcı bir rutin yaratmış. Tabi haliyle bunu uzun bir süre yaptıktan sonra bir sonraki gelecek işlerde sonraya bırakmasını daha rahat bir şekilde yapıyor anlamı çıkıyor. Bu da ertelemenin gerçekten bir hastalık olabilme ihtimalini doğuruyor açıkçası.



    Erteleme hastalık olabilir diyenler var demiştim, açıkçası ben bir hastalık olarak tanımlamıyorum ama gerçekten her seferinde yarın yaparım diye yapılmayan işler, insana yeri geldiğinde inanılmaz bir yük oluyor. Bir daha ki sefere erkenden yapacağım sonrasında oturup dinleneceğim diyorsun ama ne yarınlar bitiyor ertelerken ne de yapılması gereken işe erkenden bakıp oturmaya da fırsat oluyor. Beynin o çalışmaya istekli yeri sanki o an geliyor duruyor ve en güzel en zahmetsizce yapmak istediği şeylere yöneliyor. Bazen bu uyku oluyor ama günümüz insanı için en çok yapılan, bir yerlere gelişi güzel serilip yeri geldiğinde uzanıp eline telefonu almak ve sürekli kaydırmak oluyor. Artık bu olay uyumanın bile önüne geçmiş durumda. Uykusu geldiği halde meraktan ve yapması çok kolay olduğundan o telefonu alıp kesin kaydırması gerekiyor ve her kaydırmada önüne gelen videoyu izleme merakı  uykuyu bile erteliyor. Sadece bir dakika diyorum ama bir bakmışız ki saatler gitmiş. Bu da apayrı bir konu olur ya hadi o sonraki yazılarımızdan birisi olsun. Yani anlayacağınız insan çoğu zaman o rahatlık alanını, daha güncel ve herkes tarafından kullanılan tabiri ile konfor alanını terk edemiyor sanırım. 



    Ama şu yaşıma kadar gördüğüm, benim de çoğu kez yapmış olduğum erteleme davranışlarının sebeplerini paylaşmak isterim. Genelde bu davranışı yapma sebebimiz nedir, bunun altında acaba her zaman o bahsedilen çocukluğumuzda yaşadıklarımız ya da bilinçaltımız mı çıkıyor, hadi konuşalım. 

        İlk önce ertelememe nedenini konuşmak gerekirse, yapılması gerekecek iş bize çok ama çok yararı olacak ve zamanı çok kısıtlı ise o işe birden başlıyoruz. Bir örnek gerekirse mesela banka işlerinde özellikle bir yerlerden para gelecekse koşa koşa yapılır. Tabi paraya ihtiyacı olmayan ki eğer hala kaldıysa böyleleri bunu bile erteler. Sonuçta o para kendi hesabındadır. Bu birden başlamanın sebeplerinden bir diğeri de emir büyük yerden patrondan ya da müdüründen gelecek ve hızlı bir şekilde yapılması gerekliliğinden de oluyor. En sevilmeyerek yapılan ve en hızlı şekilde bitse de kurtulsa şeklinde yapılması gereken işler de bu oluyor. Burada yapsam da kurtulsam demiyorum bak. Bitse de kurtulsam diyorum, sanki birileri yapıyor da sen izliyormuş gibi. En çok yaptığımız ise bir hafta veya on gün içinde yapılması gereken bir işi son gününe bırakmak. Sanırım çoğu insanın yaptığı da bu. 

        Aslında benim de konuşmak istediğim erteleme davranışı bu oluyor. Neden son gün? İlk günden bitirmek veya iki gün içinde bitirip geri kalan tüm zamanı değerlendirmek varken? Hem son güne bırakıyoruz hem de o süre içerisinde aklımızda olan işleri de yapmıyoruz önemli diyebileceğimiz. Bu konuda benim gördüğüm bir iki durum var. Birincisi şu şekilde ; tam o iş olduğu hafta çok güzel bir film çıkar ve o filmi izleyip işe başlayacağınızı söylersiniz kendinize ama en kötü tarafı hem bunun gibi daha bir sürü film çıkar karşınıza gel gör ki hepsini yarım bırakırsınız. En sonunda son günün vermiş olduğu telaş ile yapılması gereken iş ne derece güzel veya kötü yapılabilirse. Son güne bırakılıp da yapılan işlerin telaşı da apayrı oluyor. Sanıyorsun ki o gün her şey üst üste geliyor. İşte tam bu zamanlar bir dahaki işi ilk gün yapacağım diyorsun ama başka bir işte yine son güne bırakıyorsun. İkinci karşılaştığım sorun, işi biliyoruz ama ne şekilde başlasam diye diye erteliyoruz. Acaba şöyle mi başlasam doğru olur ? bu şekilde mi başlasam doğru olur düşüncesi sizi bir türlü başlatmaz. Bunun bir diğer meselesi ise tabiri caizse mükemmeliyetçilik oluyor. Yanlış yaparım ya da çok güzel bir iş çıkarma korkusu insanı bir türlü başlatmıyor. İnsanoğlunun bir şey başarmadaki ya da bir işe başlamada karşısına çıkan en büyük sorun da bu olsa gerek. 

        En başa geri dönüyorum tekrardan soruyorum kendime. Bu olay bir hastalık mı diye? Yine ben ertelemeyi bir hastalık olarak görmüyorum ama sürekli sinir olup aynı hatayı yapınca da bir davranış bozukluğuna sebep olmuyor değil. 

              


11 Ekim 2024 Cuma

Zaman Zaman

     


    Şuradaki yazımı yazalı 2 seneden fazla olmuş. başlık ne olmalı . Bakıyorum yazıya sanki geçen hafta yazmışım gibi,  halbuki bırak geçen hafta yazmış olmayı tarihler hep kayıtlı ve hiç bir zaman da kaybolmadığı için bakıyorum tarihe bir de ne göreyim! Tam 2 sene olmuş yazıyı yazalı. Onu da geçtim, 2023te hiç bir şey yazmamışım bile. Ne güzel değil mi! Yazı yazmadığıma mı üzüleyim yoksa bunca zaman geçmiş elle tutulur ne yapmışım diye bakıp hiç bir şey olmadığına mı üzüleyim bilemedim. Böyle yazınca aslında sanki şakayla karışık gibi geliyor ama benim açımdan gerçekten trajıkomik bir durum. Zaman kavramı benim için olsun belki de birçokları için çok önemli bir kavram gerçekten. Bir de bu kavramın olgunun içerisinde yaşanmış olan güzel olaylar veya yaşanması beklenen planlar, projeler olunca geriye baktığında duygulanıyor insan. Özelleştirirsek durumu, ben çok düşünceli oluyorum böyle durumlar karşısında.  

    Zaman kavramı her zaman insanların aklının bir köşesinde olan, yeri geldiğinde ön belleğe taşınan daha sonra bir kaç plandan sonra tekrar eski yerine gönderilen bir kavram. Tabi ki elle tutulur bir yanı olmadığından kavram diye bahsediyorum. Asıl bunu önemli kılan ise içerisindeki olayların insan üzerindeki etkisi. En azından benim üzerimde çok büyük bir etkisi var. Bir bakıyorum 20li yaşlarımdayım bir bakıyorum 30lu yaşların ortasındayım. Dünya dönüyor derler ama insanlar neden savrulmuyor derler ya hani. Beni savuran şey işte bu zaman kavramının içeriği oluyor. Bu yazımın bitiminden sonra belki bir 10 sene sonra tekrar okuyacağım ve yine uzaklara dalacağım, kim bilir. 

    Çoğu kişi zaman kavramını kuantum açısından veya büyük bir güç şeklinde ele alır. Ama benim buradaki zaman kavramım tamamen içerik olacak kesinlikle. Bu kavramın içeriğindeki olaylar beni ben yapacak ya da seni sen yapacak. Göz açıp kapayıncaya kadar denilen süre zaten insanın yaşamının bazen dörtte biri kadar oluyor bazen de yarısı kadar onun için işin kuantumu veya gücü ile uğraşamayacağım. Kimine göre de anılar denilen yerdeyim ben aslında. 


    Zamanında Cumhuriyetimizin 100. yılı mektubu vardı. Ben o furyaya denk gelmiştim. Daha 19 yaşında idim. Benim için o zamanlarda da " zaman kavramı " acaip önemliydi. Onun için bir çok sayfa karaladım. Önce bulunduğum zamanlardan bahsettim, biraz da gelecek zamanlardan açtım konuyu. İleri görüşlülüğüm yoktu elbette ama ben istediğim mesleğe göre bir şeyler yazıp tahmin yürüttüm. Gel gör ki aynı tembellik şimdi bile devam ettiğinden bir türlü gönderemedim o mektubu. Ya da 19 yaşına kadar neler yaşamışım veya ne yaşayacağımı ümit ediyordum ki bir türlü bitmedi yazım. Gel "zaman" git "zaman" 21 yıl denen süre o kadar çabuk geçti ki o mektuplar yerlerine postalandı, kimisi haber oldu kimisi olmadı. Belki yerine ulaşmayı bekleyen bir sürü de mektup vardır. Düşünüyorum, eğer o yazmış olduğum mektup bana gelseydi yeri gelir hüngür hüngür ağlardım yeri gelir gülerdim diyorum. Diyorum ya yazımın başından beri o " zaman kavramı " içeriği benim için eşsiz bir deneyim. Belki bu nedenle tarihi filmleri ya da geçmişi bir süre gösterip sonra " 25 yıl sonra " yazan filmleri bu nedenle seviyorum. Ama bir taraftan da gençliğimdeki gibi de olmuyor. Ağlıyorum sessizce içimden içimden. 

    Bu kavramın içerisinde her zaman kötü şey olacak değil güzel tatlı anılar da bırakılıyor. Sevinç ağlamaları oluyor o zaman da. Geriye gidiyorsun, tekrar canlanıyor hatıralar gözünün önünde. Gülüp geçiyorsun bazen de. Tabi insan bu duruma aşırı derece kaptırmaması gerekiyor. Sonra ne olur ne olmaz çıkamaz işin içinden. Hani derler ya geçmişe takılırsan depresyondasın geleceğe takılırsan kaygılısın diye. Gün gelir geçmişi gün birikir geleceği yaratan işte şu anda bulunduğumuz zaman. Onun için çok güzel geçirelim şimdiyi. Yarına anı geleceğe aktarım olsun. Sevgilerle kalın. 








4 Ekim 2024 Cuma

SÖZ UÇTU BAZEN DUYULDU AMA YAZI KALDI. PEKİ GÖRÜNTÜ NEREYE GİDECEK ?


Belki tam olarak kağıdın esamesi bile okunmazken insanlar sırf bir yerlerde eser bırakmak için taş üstüne olsun, kayanın üzerine olsun bir şeyler karalamaya çizmeye başladılar. Yeri geldi 5 saniye sonra kaybolup gidecek şekilde kuma toprağa yazdılar. Belki bilinmez ama geleceğe aktaracağını bile düşünmeden kayayı oydu bir şeyler anlatmak için. Tam zamanı bilinmemekle birlikte tahmini olarak bundan tam 5 bin sene önce kağıdın icadıyla daha bir hız kazandı yazı yazma hevesi. Düşünsenize artık kolayca taşınabilecek şekilde üzerini karalayacağın , tabi karalama tabiri bile komik kaçıyo bu icatlar zamanında , bu kadar geleceğe bile kalacağını tahmin edemeyeceğin şekilde üzerine yazı denilen şeyi yapıyorsun. Elbet bu muhteşem icadın öncesinde şekil çıkması için nelerin kullanılacağı da bir çok kez denenmiştir. Adına kalem denmesinin bile bir sebebi olmalıdır belki? Köklerine doğru inildiğinde dikkat ederseniz sanki "kalmak" gibi geliyor. Sanki insanlar o yaptıkları, adına yazı,şekil dedikleri şeyin o buldukları icadın üzerinde kalması için koymuş gibi "kalem" ismini. Ne değişik olaylar değil mi? 
 Sonraki yıllarda insanlar anlamış olacak ki bu karalamaların geleceğe kalacağını yazmaya başladılar bulabildikleri ölçüde kağıdı kalemi. Bulabildikleri ölçüde diyorum çünkü düşününce akla şunlar geliyor. Aynı 70lerde 80lerde bilgisayar nasıl koca bir şehirde bir elin parmakları kadarsa büyük ihtimalle o kağıt denen icat da çok kıymetliydi. Çoğunluğun ulaşılmayı bırak konuşmaya bile zaman harcamayacağı ürünlerdi. Onun için dikkat ederseniz ilk çıkan eserler olsun yazıtlar olsun her zaman büyük kişilerin veya devlet adamlarının ağzından çıkma yazılar. Şimdi ise milyonlarca sayfa kağıt,defter üretimi gerçekleşiyor ve bunlar ne yazıldığı bile unutulan daha sonraları kimine göre geri dönüştürülebilir ürün kimine göre ise çöp olan ürünlere dönüşüyor. İnsan şaşırmıyor da değil doğrusu. Bir zamanların o eşşiz icadı şimdi deyimlere bile malzeme olmuş tabiri caizse " kağıt gibi buruşturulup " atılıyor ne yazıkki. 

Ama yine de kitap şekline getirilen bir çok eser de çok güzel bir şekilde kitaplıkların kütüphanelerin o eşşiz köşelerinde yerlerini alıyor. En azından içerisindeki bilgi ve yazılanlar seviliyor olmalı ki okunup bir köşeye atılmıyor. 


Şimdilerde elbet insanlar bilgi konusunda daha aceleci davrandığı için bu bilgiyi daha kolay ve daha kısa yoldan elde edilebilirliğini yapmış konumda. Yapmış konumda diyorum çünkü uluslararası ilişkilerin çok çok yoğun olduğu bir çağda olduğumuzdan bir amaç uğruna elde etmek isteyeceğimiz bilgiyi bir an önce alıp uygulamaya geçmek en doğal hakkımız diye düşünüyorum. Önceleri bilgiler kitaplarda olduğundan o kitabı bulmak için kütüphane veya başka mecralarda arayıp bulmaya çalışıyorlar, olmadı bununla ilgili elverdiği ölçüde seyahatlere çıkıp yabancı kaynaklardan elde etmeye çalışıyorlardı. 

Gelelim şimdiye artık bilgi de imkan da o kadar çok ki "sınırsız" demek yerinde olur. Ve bu sınırsızlık kavramı giderek de artıyor. Peki bu sınırsızlık nasıl gerçekleşiyor? Tabiki sözün bittiği yazının bir köşede nostalji olduğu yerde video denen formatla. İnternetin de müthiş bir hızla geliştiği zamanımızda adına video denen şeyle sınırsız bir şekilde bilgi aktarımı oluyor. Bunların arasında elbet "kirli bilgi" dediğimiz yine sınırsız sayıda kayıtlarda gerçekleşiyor ama bu konumuz değil. Peki en başta da belirttiğimiz şekilde sözün bir kıymetinin olmadığı yada zamanı uzadıkça değişmeye çarpıtılmaya çok müsait olduğu yazının ise eğer güzel ve önemli bilgiler içerirse önemli köşelerde saklandığı şu zamanda görüntü nereye gidiyor, nereye gidecek ?! Bir gün o formatı kaybettiğimizde ne olacak bunca görüntü ?! Büyük bir ihtimal hatırlayanların ağzında bir süre daha yerini alacak ve mazinin o mezarlığına gömülüp gidecek. 


ETKİ TEPKİ YASASI

                 Herkesin bildiği o meşhur yasa ; Newton'un 3. yasası. Etki-Tepki yasası, Her kuvvete karşılık, her zaman eşit ve ters b...